Kitabınızı okurken, kendimi sizinle birlikte biryolculuğa çıkmış gibi hissettim. O kadar çok insan hikâyesinde, o kadar çok farklı coğrafyalarda konakladım ki, bu çeşitlilik beni şaşırttı. Yapmak istediğiniz bu muydu?
Yaşasın, demek ki, amacıma ulaşmışım. Yıllar önce yayımladığım “Alevin ve Ateşin içinden,” adlı röportaj kitabımda ham halde bulunan röportajlarımı, yeniden hikâve üslubuyla yazdım. Hepsi tanık olduğum hikâyelerdi. Tanıklığımı bu kez, bir yolculuk olarak tasarladım. Elimde yüzlerce hikâye vardı. En sevdiklerimi seçtim.
Hikayelerdeki insanlar, en mahrem sırlarını sizinle paylaşıyorlar. Bunu nasıl başarıyorsunuz? Gazetemizde yayımlanan yazılarınızda da bu görülüyor. Bunun için özel bir davranış biçimi mi geliştirdiniz?
Hiçbir özel davranış biçimim yok. Ben yazar olarak samimiyete inanan bir insanım. Ve sokağı severim. Çünkü sokak, bizi ele geçirmeye çalışan düzenin bütün unsurlarına rağmen, kendi bildiği yaşamı sürdüren bir yerdir. Sokaktaki insan, insana dair her şeyi yaşar. Âşık olur, kara sevdaya kapılır, adam öldürür, özler, sevdiği için fedakârlıkta bulunur, ihanet eder, onların hikâyelerine en çok üçüncü sayfada rasdamr. Ama fazlasıyla gerçektirler, ben ancak bu gerçekçiliğe, yazar olarak müdahale edebilirim. Onu değiştirmek gibi bir şansım yoktur, sadece okura en can alıcı bir biçimde bu gerçekliği sunarım.
Her daim muhalif bir yazarsınız öyle değil mi?
Muhaliflik yazarlık mesleğinin ve diğer sanat disiplinlerinin olmazsa olmaz özelliği hiç kuşkusuz, işimiz bize sunulan düzeni, bize sunulan ahlâk formlarını, bize sunulan yaşam biçimini sorgulamaktır. Bunun dışında var olmak mümkün değildir. Öte yandan sanat, yerleşmiş ön yargıları da sorgulamak ve sözünü söylemek zorundadır. Örneğin, Türk aile yapısının mükemmel olduğuna dair bir ön yargı vardır. Hatta, “bizim çocuklar yoz Batılılar gibi uyuşturucu kullanmazlar, ensest bizim topraklarda çok enderdir…” gibi tuhaf, sorgulanmamış onlarca düşünce kalıbı bulabiliriz. Acaba bu mutlak bir doğru mu? Bal gibi bizim aile yapımız da her türlü insani olmayan unsurları barındırır. Şiddet kol gezer ve ne yazık ki, gençler arasında uyuşturucu kullanımı hızla artmaktadır. Bunlar son derece görülen gerçekler ama biz kendimizi kandırmakta çok ustayızdır. işte ben en çok bu önyargıları sorgulamayı severim.
Kitabınızda en acı verici bir hikâyenin içinde bile insanı gülümseten bir şeyler var? Sanki acıyı yumuşatmak istiyorsunuz ve mizah imdadınıza yetişiyor.
Keşke daha fazlasını yapabilsem. Şöyle durumlar vardır, bir olay, bir davranış biçimi canınızı çok yakmıştır. O anda dünya başınıza yıkılır, her şeyi kapkaranlık görebilirsiniz ama zaman geçtiğinde ya da bakış açmızı değiştirdiğinizde, aynı olaya kahkahalarla gülebilirsiniz de. İnsanoğlu böyledir, acıyı komiğe çevirmeye son derece yatkındır. Bu da bizi koruyan bir şeydir. Aksi takdirde, hepimiz karamsar suratlarla, kızgın dolaşan mahlûklar olurduk. Hayat buna izin vermez. Acıya karşı, yaşadığımız örselenmeye karşı, en güçlü yandaşımız mizahtır. Mizah bize dayanma gücü verir, örneğin her zaman toplama kamplarındaki insanlarm, insana aykırı onca işkenceye nasıl dayandıklarını düşünmüşümdür. Gülerek! içinde bulundukları durumu, bir mizah olayına çevirerek.
Bugün ülkemizde işkenceden geçmiş onlarca insan var ama bu insanlar o günlerini anlatırken, kimi zaman kahkahalarla gülerler. Mizah ve gülmek bizim en önemli silahlarımızdır. Ne de olsa Nasrettin Hoca’nın torunlarıyız.
Kitabınızda kadınlarına sanki pozitif ayrımcılık yapmışsınız, kadmlara dair hikâyeler daha çok. Öyle mi?
Doğrudur ama pozitif bir ayrım yapmadım. Demek ki, kadınların daha çok hikâyeleri var. Şu erkek egemen düzenimizde, kadınlar daha çok ezilen, daha çok kırılan ve tabii daha çok öldürülen olmuşlarsa, bu da kitaba yansımıştır. Kitaptaki kadınlar, bu geniş coğrafyanın, bağlayıcı, değiştirici gücü olarak var olmuşlardır. Onlar kendileriyle dalga geçerler, onlar acayip âşık olurlar ve bugün hâlâ bu topraklarda herhangi bir bölünme olmadıysa, bu biraz da kadınların sağduyusuyla ilgilidir. Öte yandan kadınlar anlatmaktan hoşlanırlar. Yıllar önce Ürdün’de çölde, bir hafta geçirmiştim. Çöl ortasında, yılan ve akrebe karşı özel olarak ilaçlanmış bir çöl kampında kalmıştım. Bütün gün arkadaşlarla kıl çadırlarda oturuyorduk, çünkü kıl çadırın dışı yetmiş dereceydi, ancak akşamüstü çıkabiliyorduk, sonra bir gün kıl çadıra çok yaşlı ama çok yaşlı bir kadın geldi, yüzü dövmeli bir kadın, yanında onun gibi çok yaşlı bir adam, elinde bir ut. Kadm yere çömeldi ve adam udunun tellerine usulca dokundu. Kadın hiç bilmediğim bir dilde anlatmaya başladı. Muhteşem bir andı ve ben tuhaf bir biçimde kadının anlattıklarını anlıyordum. Büyülenmiş gibiydim ve bu muhteşem olay her gün yaşanmaya başladı, işte o zaman, hayatımda hiç kimsenin yerinde olmak istemeyen ben, o kadm olmak istedim. Herhangi bir yerde çömelip, hikâyeler anlatan bir kadın.
Siz şanslı bir kuşaktansınız, 68 kuşağından. Bunun yazarlığmızdaki, yaşamınızdaki etkileri ne oldu?
Şimdi, yıllar sonra geriye dönüp baktığımda, özellikle de yeni kuşakların üniversite yaşamlarını gördüğümde, “biz amma şanslıymışız” diye düşünüyorum. Geçenlerde Londra’daydım, vergilerde üç kuruşluk bir artış olmuştu ve bir buçuk milyon insan protesto yürüyüşündeydi. Sendikalar, sanatçılar, aldınıza kim gelirse yürüyordu. “Vergiler zenginler içindir!” diyerek. Bir de baktım, bir afiş, “68 asla geçmiş değildir, bugündür!” Hemen afişin altında yürümeye başladım. Ve birden gençleştiğimi hissettim. Galiba o günlerde bir ışık, yeryüzüne değdi. Ve dünyanın gidişatını değiştirdi. Tüm önyargıları eritti ve büyük bir yaşam sevinci verdi ve dünyanın daha eşitlikçi ve özgür bir yer olabileceğine insanları ikna etti. Bana da kişisel olarak sokağı ve özgürlüğü sevmeyi öğretti. “Sayın başkanım” dememeyi öğretti. Yeryüzündeki her şeyden sorumlu olmayı öğretti. Ve yapıcı bir iyimserliği kalıcı yaptı.
Yeniden kitabınıza dönelim. Çok akıcı bir anlatımınız var ve yerel dile çok hâkim olduğunuz görülüyor. Bunun için özel bir çabanız oldu mu?
Bu kendiliğinden olan bir şey ama bu kendiliğinden olan durumu için bazı yazarlara borçluyum, örneğin bir Orhan Kemal benim her zaman yol göstericim olmuştur. Onun yarattığı ve aktardığı dünyaya hayran olmamak mümkün değildir. Kişileri yanınızda hissettirir, sonra Yaşar Kemal, kıskandıracak kadar sözcüğe hâkimdir. Onun ve Fikret Ot-yam’ın röportajları benim her zaman başucu kitaplarım olmuştur. Bize yaşadığımız ülkeyi tanıtmışlardır, görüp anlama isteği uyandırmışlardır. Öte yandan, bir zamanlar TRT televizyonu için, Türkiye topraklarındaki efsaneleri senaryolaştırmıştım, bu benim sözcük dağarcığımı besleyen önemli bir çalışma olmuştu. Ve asla Sevgi Soysal’ı unutmamam gerekiyor. Onun samimiyeti, beni fazlasıyla etkilemiştir. Ve muhteşem anarşistliği.
Sevgi Soysal sizi öyle etkilemiş ki, onun TanteRosa romanından esinlenerek, “Seni Seviyorum Rosa ” adlı filmi yaptmız. O romanda sizi en çok etkileyen neydi?
Yaşam sevinci. Bütün örselenmelere rağmen bir kadının kendini var etme çabası. Ama bugün çeksem, farklı bir biçimde çekerdim, içinde daha çok mizah olurdu. Demek ki, o zamanlar fazlasıyla örselenmiş bir haldeymişim. Mizah biraz uzak olmuş.
Çukurova ‘da pamuk toplayan kadınlardan biri size şöyle sesleniyor: “Anam, madem İstanbul’dan geliyorsun, her birimize bir koca getirseydin ya…” Ve başlıyorlar sizinle cinsellik üstüne konuşmaya, öyle rahatlar ki, insan bu kadınlar nerede diye sormadan edemiyor. Gerçekten, bu denli rahatlar mı?
Evet, bakalım bu zor soruya nasıl yanıt vereceğim. Öncelikle şunu söylemek isterim, cinsellikten korkma, utanma, çevrenin ne diyeceği, kasabalarda, küçük kenderin dar alanlarında önem kazanır. Mahalle baskısı buralarda kendini çok şiddetli hissettirir. Özellikle de kadın cinselliği adeta bir tabu gibidir. Ama kırsal alanda cinsellik, öyle utanılacak bir konu değildir. Kırsal alanda insanlar, belki de doğaya daha yakın oldukları için cinselliğini bir sorun haline getirmezler. Tabii, bu söylediklerimi çürüten pek çok töre cinayeti ve zorunlu intiharlar da bizim gündemimizdedir. Bu başlı basma incelenmesi gereken bir konu, ama gene de ben kırsal alanda insanların daha özgür olduklarını söylemeliyim. Varoşlarda da. Sanıların tersine, akıp giden bir cinsellik söz konusu.
Örneğin, kentlerde kadınların büyük çoğunluğu kadın doktora giderken, tuhaf bir utangaçlık içindedir. Oysa köylerde bu böyle değildir. Bu alanda çalışan insanların bilgilerine bakılırsa, oralarda kadınlar kadm doktora rahatlıkla gider, derderini söylerler. Öte yandan, televizyon ve Sivil Toplum çalışmaları, gerçekten kadını değiştirmektedir. Artık kendi bedenlerimize, kendi cinselliğimize sahip çıkmayı öğreniyoruz. Bu da çok sevindirici bir durum.
Ama sizin kadınlarınız entrika da biliyor…
Entrika zekâyla ilgili bir şeydir. Zamanla geliştirilir. Bunu tüm kadınlarda görebiliriz. Ünlü Meksikalı yazar Octavio Paz, Meksika kadınları üstünde yaptığı bir araştırmanın sonuçlarında şöyle der: “Sessizliğe, ikinci sınıf vatandaş olmaya koşullandırılan kadın, zaman içinde farklı politikalar üreterek, var olan düzende söz sahibi olmayı dener.” Evet, buna da entrika deriz. Örneğin, erkekler hâlâ analarının seçtiği kadınlarla evleniyorlar. Ana sanki hiçbir şeye karışmamış gibi duruyor ama kızı beğenen, oğluna tavsiye eden genellikle onlar. Kocalarından habersiz ev harcamalarını akıllıca yönetip, kendine altm düzenler de kadınlar. Hele de bizim gibi, kadının daha çok çalıştığı, emek ürettiği bir toplumda, kadmm sözünün geçmemesi imkânsız. Ama sessizce, erkeğin egosunu okşayarak. Bu kadınların acılı tarihlerinden öğrendikleri bir şey…
Hikâyelerinizin birinin başlığı şöyle: “Olacaksan Seyro ile Şemmuz gibi âşık ol!” Gerçekten artık böyle aşklar kaldı mı? Yoksa siz tutkuyu çok mu yüceltiyorsunuz?
Ben kişisel olarak, tutkunun, patolojik bir olaya dönüşmediği hallerine taparım. Çünkü insanoğlunun yaşamında tutku olmasaydı, şimdilerde elde ettiğimiz inanılmaz zenginliklere asla sahip olamazdık. Tutku, insanı öz-gürleştirir, çevresini tanımasını sağlar. En çok da kendini. Aşkın en yoğun biçimi olan tutku, bize delice şeyler yaptırır. Hesapsız kitapsız şeyler. Orada ne kariyer hesapları kalır ne de toplum kuralları dediğimiz kurallar. Tutku ve aşk insanm kendini anarşist olarak ilan etmesinden başka bir şey değildir.
Çok haklı olarak, artık öyle aşkların kalmadığından söz ediyorsunuz. Doğrudur, bizi birer tüketim hayvanı haline getiren toplum yasaları, aşkı da bir tüketim aracı haline dönüştürmüştür. Bize her alanda korkak ve tüketici yapmıştır. Bu da insanlık için en acılı durumdur. Bu nedenden ben delileri çok severim. Aşktan akimi kaçıranları da, toplumun sunduğu yasaları çiğneyenleri de. Çünkü tek bir meselemiz vardır, insanm özgürleşmesi.
Sizinki bir ütopya değil mi?
Ütopya olmadan yaşamanın bir anlamı yoktur benim için. Hepimiz bir şeylere inanırız. Kimimiz tanrıya, kimimiz doğaya, kimimiz aşka. İnandığımız şeyler uğruna mücadele ederiz. Kitaptaki insanlar da bilinçli ya da bilinçsiz bunu gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Tabii ki, acı olacak, hüzün olacak ama sevinç ve neşe ve aşk da olacak.
Hikâyelerden Güneydoğu’yu çok sevdiğiniz ortaya çıkıyor, acaba oralarda daha çok hikâye bulduğunuz için mi, bu sevgi neredeyse sonsuz?
Muhtemelen bu sevgi benim çocukluğuma uzanıyor. Ben Antepliyim, ve on beş yaşıma kadar, Antep ve çevresi benim tüm kişiliğimi oluşturdu. Fıstık tarlalarında yapılan katmerli kahvaltılarla büyüdüm ben. Arap kadınlarının güzelim aşk şarkılarıyla büyüdüm. Binbirgece masalları gibi masal anlatan Kürt kadınlarının yanı başında merakla dinleyen bir küçük çocuktum ben. Hep öyle kalmaya çaba gösterdim. Tek tutkum da bu olsa gerek.
Bu uzun röportaj için teşekkür ederim. Söyleyeceğiniz bir son söz var mı?
Var, şöyle, ben derim ki, hayat her zaman sanattan bir adım öndedir. Bizim işimiz de onu kovalamak. Kimi zaman tökezleyebiliriz, kimi zaman canımız acıyabilir, kimi zaman kahkahalarla güleriz. Ve her zaman küçük bir çocuk gibi hayret içindeyizdir. Bitmeyen bir hayret.
Özge Öztürk, Cumhuriyet Kitap #1212, 9 Mayıs 2013