»Giovanni Boccaccio ‘nun Decameron’undan yola çıkılarak yazdığınız Türkiş Dekameron için bir ülkenin fotoğrafı diyebilir miyiz?
Giovanni Boccaccio Decameron hikâyelerini 14. yüzyılda yazmış. İtalyan edebiyatının baş kitabı sayılır. Ortaçağın karanlık, baskıcı dünyasında din adına sürdürülen ikiyüzlü ahlâkı, mevcut tüm kutsalları silkeleyen, sorgulayan hikâyelerden oluşur. Mizahı ve ironisiyle sanki günümüzü anlatır. Tabii başı az belaya girmemiş, yasaklanmış ama insanlar onun hikâyelerini ezberleyip birbirlerine anlatmışlar, o günlerde çok ünlü olan çadır tiyatroları Decameron hikâyeleriyle kahkahalar içinde kalmış. Günümüzde de ünlü dört İtalyan yönetmeni Federico Fellini,Vittorio De Sica, Luchino Visconti ve Mario Lonicelli birlikte (Boccaccio 70) filmini çekmişler, doğal olarak başları kiliseyle belaya girmiş, ardından Komünist yönetmen ve bir cinayete kurban giden Pier Paolo Pasolini (Decameron Hikayeleri) adlı uzun film yapmış. Onun da başı kiliseyle derde girmiş.
Yani belalı ama muhteşem bir kitap. Şimdi gelelim bana, ben uzun zamandır Türkiş Dekameronu yazmak istiyordum, çünkü ülkemizde ortaçağı geri getirmek için var gücüyle çalışan bir iktidar erki var. Ama ne yazık ki, zaman geriye gitmiyor ve bu karışıklık içinde tadına doyum olmayan, kimi zaman bizi güldüren kimi zaman canımızı acıtan hikâyeler ister istemez yanıbaşınızda bitiveriyor. Türkiş Dekameron’la okuyucu bir sirkin kapısından içeri giriyor ve kimi zaman inanmayarak, kimi zaman ağlayarak, kimi zaman kalbi küt küt atarak sirkteki numaraları izliyor. Ülkemiz öylesine sürrealist hikâyelerle dolu ki, onları yeniden kurgulamaya gerek yok. Gerçeğin kendisi sürrealist. Ben herkesi sirkime davet ediyorum, çünkü herkesin kitabın içindeki bir hikâyenin adı gibi “Tembihi Sıkı” hikâyeleri vardır.
Her yerde sahte bir ahlâk var
»Boccacio’da ilişkiler, çıkarlar ve ahlâki sayılan değerlere eleştiri yapılır. Siz kitabınızı yazarken ön plana çıkan hangisiydi?
Kimi zaman hikâyelerimi okuyan dostlarım bana soruyorlar; “ Işıl gerçekten böyle mi ? Yani Türkiye, Türk insanı böyle mi?” Ben de onlara diyorum ki, biraz dışarı çıkın, kalabalıklarda gezinin ama kulağınızı ve gözünüzü dört açın. Her şey hikâye. Her yerde sahte bir ahlâk. Her yerde saklanan, gizleyen akıl almaz bir yaşam biçimi. Mutlu aileleri şöyle bir deşin ya da gençlerin arasına karışın, hiçbir şey bizlerin bildiği gibi değil. Teknolojiyle birlikte dünya altüst oldu, ülkemizde. Ama bizim ülkemizin bir özelliği var, belki de buralardan 42 uygarlık geçtiği içindir, mizah ve her duruma uyum sağlama. Yani insanımız oldukça gerçekçi. İşine geleni kabul ediyor. Yahu hangi ülkede Kurban Bayramı yaklaşırken televizyonlarda “Derin dondurucu “ reklamı var. Ne demek bu, ben kurbanı keserim ama etleri benim derin dondurucuya girer. Hem Tanrıyı kandırıyorlar hem karın doyuruyorlar. Yanmayan kefen satışı tavan yapmış, cehennemden geçerken yanmayacaklar. Bu arada ben kişisel olarak öyle acılı hikâyelere de tanık oldum ki, bu sirkin bir bölümü can yakıcıydı. Polis kurşunuyla öldürülen Dilek (Doğan) kız ve benim bir tiyatro festivalinde tango yaptığım Suruç’ta elinde oyuncak ayı, bombalanmış bedeni tanınmayacak halde yatan Yunus Can Emre. Annesinin bizzat satışını yaptığı ,onlarca kişinin tecavüz ettiği bir başka kız çocuğu da benim derdim, erkeklerin sünnet travmaları da, Tanrının başörtüsü ve kurbanla kandırıldığı bir başka ahlâkı eleştirmek de.
»İlişkilerimizde hatta aile kavramı da dahil olmak üzere ‘sahte ahlâkçılık’ mı yapıyoruz?
Aşağı yukarı hemen hepimiz sahte bir ahlâkçılık içinde debeleniyoruz. Çünkü ne yazık ki, yüzyıllardır Anadolu’nun Tanrıçası olan Kibele’ye sırtımızı dönmüş, çok sahte bir toplum olmuşuz. Tabii bu sahteliğe iktidarlar da çanak tutmuşlar. İşini yapana kadar “ayıya dayı demek, “ “bal tutan parmağı yalar “gibi özlü (!) sözler hiçbir toplumda yok. Biz de sürüyle var. Bu bize içinde bulunduğumuz ahlâkın ne derece kaypak, duruma göre değişebilen bir yapıda olduğunu gösteriyor. Öte yandan zamanı geldi mi müthiş bir dayanışma duygusu da topluma egemen oluyor. Büyük depremde olduğu gibi. Büyük ekonomik krizde aileler arasındaki dayanışma gibi, ben tanık oldum, Tunceli’de KHK’dan atılanlar için öyle bir kent dayanışması var ki, parmak ısırırsınız. Yani ele avuca gelmeyen bir ülke. Bu nedenle, olsun diye çabalanan Ilımlı İslam bir türlü olmuyor, ayrıca İslamın gebelik gibi ılımlısı mümkün değildir ya vardır, ya yoktur. Bu bizim şansımız aynı zamanda. Bir örnek daha biz seçtiğimiz milletvekillerinin malvarlığını ne kadar vergi ödediklerini hiç merak etmeyiz, çünkü öyle ya da böyle toplumun büyük bölümü vergi kaçırır, kaçak kat çıkar. Yani tencere dibim kara seninki benden kara misali.
»Siyasi politikalar, baskılar bu ilişkileri nasıl etkiliyor?
Türkiye’de eksik olan sosyal dallardan biri hiç kuşkusuz sosyoloji ve psikolojidir. Bu ülke insanı gerçekte neye inanır, nasıl bir algı içindedir, köyler yok olurken kasabalılaşan kentlerde, varoşlarda şekillenen yeni hayat nasıldır? Örneğin robotların tarım ve ağır sanayi de kullanılmaya başlaması dünyanın dengesini hayli bozdu. Bu alanlarda işsiz kalanlara Batılı ülkelerde “Gereksizler” deniyor ve bu yeni bir sınıf olarak kabul ediliyor. Peki biz de “Gereksizler” ne yapıyor, binlerce işsiz üniversite öğrencisi ne yapıyor, internette tanışan orta sınıf kadını nasıl bir tatmin yaşıyor? Bunları kitaplardan öğrenmek çok zor. Bu nedenle çok dolaşmak gerekir. Ayrıca sosyal ve siyası politikalar nasıl bir mahalle baskısı yaratıyor? Ülke erkeklerine ne oldu? Kimden güç alıp böylesine afra tafra içindeler? Onları azdıran ne? Tabii ki, her şey politik. Kadın cinayetleri de, ihale yolsuzlukları da! Genç öğretmen olarak atanmayı bekleyen bir kadının intiharı da! Sağcı ve dinci politikalar, vasatın kabul görmesi bizi bugünkü karmaşık duruma getirdi. Şimdi siyah kuğu zamanı yaşıyoruz, kuğunun beyaza dönmesi için yapılacak epey iş var.
»Algılarımız bazı insanların asla hata yapmayacağı yönünde. Mesela gündüz kuşağı televizyon programlarında bu ilişkilerin ortaya çıkmasına şaşırıyor gibi yapıyoruz bir yandan da herkesin bildiği ama konuşmadığı konular bunlar.
Türkiye’de epeyce bir zamandır Tanrı para oldu. Böyle olunca da herkesin bir fiyatı oluyor. Hiç beklemediğiniz insanlar ansızın dönüveriyorlar. İktidar yandaşı oluyorlar. Ama karşılıksız değil, ortada epeyce bir para ve prestij dönüyor. Sabah kuşakları gerçek Türkiye profilinin bir kısmını gözümüzün önüne seriyor. Mahrem diye bir şey kalmadı. Böyle olunca da bizim yüzümüzü kızartan, olamaz dediğimiz hikayeler anlatılıyor. Ama bunlar var… Tuhaf bir ülke, örneğin edebiyattan bir örnek; gençlerin en çok okuduğu kitap Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar’ı ben de bunu öğrencilerime “ nedir bu kitapta sizi etkileyen?” diye sordum. Ben üniversitede senaryo ve yaratıcılık dersi veriyorum. Öğrencilerim benimle çok samimi konuşurlar “hocam aslında adını sevdik,” dediler. ”Biz hepimiz biraz tutunamayanlarız. Yoksa okuması zor bir kitap.”Doğrudur, moda ve popüler kültür artık alıp başını gitti. Oğuz Atay’a haksızlık etmek istemem. Sevdiğim bir yazardır ama hayatında tek bir kitap o da ilkokul hocasının ısrarıyla Çalıkuşu’nu okuyan birinin Oğuz Atay’ı anlamasını bırakın, okuması bile zor.
» ‘Cinsellilk’ konusu, ilişkileri nasıl yönlendiryor olabilir?
İşte zor bir soru. Türkiye insanı cinselliği nasıl yaşıyor? Bu konuda hemen hemen hiçbir araştırma yok. Bence Haydar Dümen bu konuda öncü bir bilim insanıdır. Ona gelen mektupları ve yazdıklarını okursanız, ülkemizde hiç de öyle mutlu mesut bir cinsellik yaşanmadığını görürsünüz. Bilgisizlik hat safhada, üstelik şimdilerde küçük çocukların bile elinde telefon porno film seyrettiklerine tanık olabilirsiniz. Cinselliği porno filmlerden öğrenen, abartılmış porno sahnelerdeki erkeklerin kuvvetini kendine görmeyen, kadınları cinsel bir obje olarak algılayan bir erkek toplumu düşünün ! Kadınların işi daha zor, çünkü bilgisizlik ve mahalle baskısı onları daha çok etkiliyor. Size bir fıkra gibi olay anlatayım. Bir dostuma evli bir kadın arkadaşı soruyor “sen cinselliği iyi bilirsin, sevişme bittikten sonra ben ne yapmalıyım?” diye. Arkadaşım düşünüyor, “Bir sigara yak “ diyor. Kadın evine gidiyor, kocasıyla seviştikten sonra bir sigara yakıyor, koca dehşet içinde bağırıyor “sen bu or…..puluğu nereden öğrendin?” İşte bizde ki cinsellik bu kadar. Ama köylerde, kentin varoşlarında cinselliğin daha özgür yaşandığını söyleyebilirim. Cinsellik gerçek anlamıyla;sevgi ve şefkatle sarmalanarak yaşanmayınca, gelsin kadın cinayetleri, gelsin mutsuz ev kadınları, gelsin aldatmalar… Her toplumda olduğu gibi… Ama biz de biraz daha karamsar bir görüntü var. Çünkü öncelikle kendimizi sevmeyi bilmiyoruz. Bence aşktan da sınıfta kaldık. Türkiş Dekameron adlı sirkimizde bunların hepsi var.
Derya Aydoğan, Birgün Gazetesi, 29 Mayıs 2018