Ayfer G. Cambier, Devrim Ateşinin Gölgesinde isimli kitabında Arap Baharı dönemindeki Bingazi’yi anlatıyor. Cambier, Arap Baharı’nın halkta yarattığı hayal kırıklığını vurguluyor.
Nuray Pehlivan npehlivan@gazeteduvar.com.tr
Ayfer G. Cambier “Devrim Ateşinin Gölgesinde’’ kitabıyla okurlarının karşısına çıktı. Cambier, Batı medyasında Arap Baharı diye nitelendirilen ayaklanmaların bir ayağı olan Libya’daki olayların ilk 12 gününü, bir kadının perspektifinden anı roman olarak anlatıyor.
Romanın ana karakterleri on yıldır birlikte olan çift, iş için geldikleri Libya’da kendilerini bir savaşın içinde buluyorlar. Ama Devrim Ateşinin Gölgesinde sadece Bingazi’de neler olduğuna değil karakterlerinin çıkmazlarına da parmak basıyor; Elif ve Guy’ın kendi içlerinde ve ilişkilerinde henüz adını koyamadıkları arayışları, hayal kırıklıkları ve umutsuzlukları da okurun önüne seriliyor.
Romanı Elif’in kendine yönelik iç sorgulaması olduğu kadar Libya’daki gündelik hayatı, kadınları ve erkekleri gözlemlemesi olarak da niteleyebiliriz. Olayların sonunda Elif’in kendisinin de itiraf edeceği gibi neyin gerçek neyin sanrı olduğu karmakarışık hale geliyor.
Bir dönem Cumhuriyet Kitap Kulübü’nde çalışan, Sabah Kitap ve Dergah yayınlarında editörlük yapan Cambier ile Libya’daki olaylar ve “Devrim Ateşinin Gölgesinde’’ üzerine söyleştik.
EDEBİYATLA YORUMLAMAYI BİLEREK SEÇTİM
Siyasi bir analiz ya da makale yerine neden bu tür bir anlatım biçimi seçtiniz? Neden roman?
Sorunuza söyle cevap vereyim; her şeyden önce kendimi bir edebiyatçı olarak görüyorum, hayatı edebiyatla yorumlamak bana daha gerçek geliyor. Özellikle günümüzde sanal platformların da etkisiyle gerçeğin sürekli değiştirilip kirletildiğini düşünürsek… Arap Baharı Libya’da başladığında ben de Libya’daydım ve birebir insanlarla konuşacak onların neler hissettiklerini anlayacak şansım oldu. O insanların kaygıları, karmaşaları ve ‘Arap Baharı’ gibi adı oryantalleştirilmiş ama aslında genel olarak dünyanın diğer bölgelerinde de kendini hissettiren protestoları nasıl algılayıp yorumlayacaklarıydı benim derdim. Yani ideolojik bir yerden bakıp analitik bir makale yazmaktansa, gerçek insanların bir kaos ortamındaki gündelik kaygılarını, korkularını, aşkı da içine alarak edebiyatla yorumlamayı bilerek seçtim.
Romanın konusu Arap Baharı’nın başladığı ve Kaddafi’nin kanlı bir isyanla devrildiği döneme tanıklık ediyor. Kitabınızda da yer yer göndermeler var ama yine de okuyucularımız için Türkiye’yi de içine alarak politik bir Arap Baharı değerlendirmesi yapar mısınız?
İlk sorunuzda hafifçe değindiğim gibi; Arap Baharı genel olarak o yıllarda dünyanın diğer ülkelerinde de ortaya çıkan bir farkındalığın Ortadoğu’daki ayağıydı bana göre. Tabii ki sonrasında bu manipüle edilip başka bir şeye dönüştürüldü. Günümüzde zenginliğin tarihte görülmemiş şekilde bir avuç kesim tarafından eşitsiz bölüşümü var. Yine aynı kesim tarafından sınır, milliyet tanımaksızın yer altı ve yer üstü rezervlerinin körü körüne yok edilmesi de cabası. Bu eşitsizlik ve körleşmiş yağma genç insanlar tarafından tabii ki de fark ediliyor ama şanssızlık şu ki eski zamanlardaki gibi alternatif ideolojiler de yok edilmiş durumda. Genç insanlarda kaynayan bir öfke var yaşadıkları sisteme karşı ama akıtacakları bir kanal yok. Bu da zaman zaman bir öfke seline dönüşüp patlayabiliyor ve yine aynı sistem tarafından manipülasyona uğrayıp sistem için yararlı bir şeye dönüştürülüyor. Taksim Gezi Parkı protestolarında Türkiye’de değildim ama o protestoları da Los Angeles, Londra, Mısır, Tunus ve Libya’daki olaylardan bağımsız düşünemeyiz. Yani tümü içlerinde yaşadıkları toplumların inançlarından bağımsız ama sistemin kirliliğine karşı kendiliğinden oluşan protestolardı diyebilirim.
KADDAFİ DESPOT BİR DİKTATÖR HALİNE GELMİŞTİ SON YILLARDA
Sizce Kaddafi Libya halkı için ne ifade ediyordu?
Bu soruya romanın kahramanlarının birinin sözleriyle karşılık vereyim: “Kırk yıl önce büyük umutlar bağlamıştık bu adama. Ne yaptı? Bingazi’yi tamamen hor gördü. Şu şehrin haline bakın… Kırk yıl önce Akdeniz’in en güzel şehriydi şimdi ise her yeri bok götürüyor…” Gerçekten de Kaddafi’nin ‘Kadife Devrimi’ büyük umutlar getirmişti Libya toplumuna. Kaddafi, sosyalizm ve Libya kültürünü iç içe geçirecek bir şey yaratmaya gerçekten inanmıştı başlarda. Ama çok geçmeden etrafını çeviren küçük fırsatçı grupların ve aşiretlerin etkisi altında kaldı. Hem ideallerinden hem de gerçek Libya halkından giderek uzaklaştı. Dahası Libya halkının genelini kendisine düşman olarak görmeye başladı. Konuştuğum Libyalıların söylediklerine göre bu korku öyle bir paranoyaya dönüşmüştü ki Kaddafi’ye karşı söylenen bir cümle, cümleyi söyleyenin Kaddafi’nin karargahında liderin elinden infazına yol açabiliyordu.
Yani toparlarsak, yıllar önce halkına eşitlik, sosyalist demokrasi, sosyal refah vadeden ve vadettiği şeylere gerçekten inanan idealist lider gitmiş onun yerine ülkesinin zenginliklerini çevresini ablukaya alan küçücük gruptan çıkarıp halkına ulaştıramayan ve o halkı kendine düşman olarak gören despot bir diktatör gelmişti son yıllarda.
Libya’da Kaddafi döneminde yaşam kalitesi oldukça yüksekti. Sizin gözlemlerinize göre bu zenginlik halk tabanına yansımıyor muydu?
Evet, az önce de söylediğim gibi küçük bir grup dışında halkın büyük bir kısmı bu paylaşımdan yoksundu. Ayrıca şehirlere yönelik bir ayrım da vardı. El Beyda, Kral İdris döneminde Libya’nın başkentiydi, Bingazi Doğu Akdeniz’in en güzel şehri diye niteleniyordu ama Kaddafi döneminde tam bir kötürümlüğe bırakılmış şehirlerden iki tanesiydi. Ayrıca Kaddafi’nin halkından tamamen kopması ve çevresindeki küçük grupların elinde mumya bir diktatöre dönüşmesi de cabası… Bana anlatılanlara göre Kaddafi’nin sanırım ayaklanmalardan hemen önce alt yapı çalışmaları için Bingazi’ye gönderdiği para, yerine bile ulaşmadan birkaç kişinin cebine paylaştırılmış. Tabii ki halka ulaşamayan ve halkın ulaşamadığı bir lider olarak tüm bunlardan her zaman bihaber olarak kalmış biri.
İSYANA BÜYÜK UMUTLAR BAĞLAMIŞ HALKLAR ALDATILDI
Batının müdahalesinin de devreye sokulduğunu düşündüğümüzde Kaddafi’nin yıkılmasında etkenlerden birisi de Libya’nın kontrol edilemez bir güç haline gelmesiydi diyebilir miyiz?
Tabii ki bu önemli bir etken diye düşünüyorum. Libya uzun yıllar dünya ekonomisinden dışlanmıştı dışlanmasına ama Batılı hükümetler ve holdingler Libya’nın dünya yer altı rezervlerinin önemli bir bölümünü elinde tuttuğunu fevkalade biliyordu. Son yıllardaki ambargoyu kaldırma çabalarıyla birlikte bazı holdingler zaten girmişti Libya’ya. Ama bu açılımın Kaddafi’nin denetiminden çıkartılıp holdingler yararına denetimsiz bir hale getirilmesi nihai bir amaç diye düşünüyorum. Aslında protestoların sonrasında yaşanan şeylerin 70’li yıllarda Chicago Üniversitesi’nde bir avuç ekonomistin şekillendirdiği ve sonrasında Güney Amerika diktatörlükleriyle başlatılan ve tüm dünya ülkelerini kasıp kavuran, son yıllarda ise Ortadoğu’da şahit olduğumuz kaos ve korkuyla beslenen felaket kapitalizminin bir uygulanımı olduğunu düşünüyorum. Naomi Klein’in ‘Şok Teorisi, Felaket Kapitalizmi’ni referans gösterebilirim bu anlamda.
Kaddafi’nin ölümünün üzerinden yedi yıl geçti. Sizce Arap Baharı’yla başlayan ve bir iç savaşa dönüşen bu dönem, Libya için yeni başlangıçların tarihi oldu mu? Aksine kaos hâlâ devam ediyor mu?
Libya ayaklanmalarındaki halkın ortak olduğu bir demokratik sistem istemi manipüle edildi. Yerine kaotik ve halkın hiçbir katılımının olmadığı bir şey konuldu. Alt yapı, sosyal refah, yerel yönetimler ve merkezi yönetim açısından kim kime dum duma bir durum yaşanıyor Libya’da. İsyana büyük umutlar bağlamış halklar aldatıldı, kandırıldı, hüsrana uğratıldı ve sindirildi. Onun ötesinde ise holdingler yarattıkları felaket kapitalizminin ürünlerini devşirmekte hiçbir sınır tanımıyorlar. Yani evet kaos devam ediyor ve şu anki ekonomik model devam ettikçe o da devam edecek gibi.
KESİNLİKLE ORYANTALİST BİR BAKIŞ AÇISI DEĞİL
Uzun yıllar yaşadığınız Libya’da Batılı olmak nasıl bir şey?
Bu soruya iki yönlü cevap vereyim. Libya’ya Batılı bir erkek olarak gitmişseniz inanılmaz güzel zaman geçirebilirsiniz. İstisnasız her şeyi bulabilirsiniz. Ama Batılı bir kadınsanız tüm alışkanlıklarınızı, kılığınız, kıyafetiniz ve düşünüş tarzınızla birlikte sınırda bırakıp öyle girmeniz gereken bir yerdi Libya. Sanırım şimdi daha da vahimleşmiş durumda.
Kitabınızda günlük hayat ve kadınların durumu gibi birçok ayrıntı var. Yer verdiğiniz bu ayrıntılar bir taraftan oryantalizm kokarken bir taraftan da bu toplumların makus kaderine mi işaret ediyor?
İsyanlardan sonra her şey gibi gündelik hayat ve kadınların durumu da kötüye gitmiş durumda Ortadoğu toplumlarında. Bence bu tartışılması gereken bir konu. Yazarının benzer bir toplumdan geldiği düşünülürse kesinlikle oryantalist bir bakış açısı değil. İslam toplumlarında erkeklerin kadına bakışını değiştirmesi gerekiyor. Buna sadece benim gibi kadınların değil muhafazakar Müslüman kadınların da katılacağını düşünüyorum.
Oryantalist bakış açısını tabii ki anlıyorum ama bir kadın olarak böyle bir davranış biçimine tüm kadınların gönüllü olarak razı gelmediklerini düşünüyorum. Üstelik yasadığımız çağı düşündüğümüzde İslami kültürlerde kadına böyle bir bakış açısı o kültürleri kötürümleştiren önemli bir unsur.
Romanın karakteri Elif benzer bir toplumdan geliyor. Tam olmasa bile zaman zaman Türkiye’de, büyüdüğü topraklarda benzer sınırlamaları hissetmiş ve gözlemlemiş bir kadın. Sorun erkeklerin kadını sadece dölleyecekleri ve kendilerinden olan bir şeyi yeniden üretecekleri bir havuz olarak görmeleri. O yüzden de göze görünmemeleri, kapalı kapılar altında tutulmaları gerekiyor. Böyle bir anlayış Ortadoğu erkeklerinde tam bir seks obsesifliğine dönüşmüş durumda. Çünkü kendisine de bir kadınla seks ve çocuk dışında başka bir şey paylaşamayacağı konusunda sınırlama koyuyor. Kader değil ama acıta acıta, kanaya kanaya değiştirilebilecek bir anlayış bu.
NURAY PEHLİVAN, GAZETE DUVAR, 25 AĞUSTOS 2018